Aşk ve cinsellik
güzel şeyler! Lacan aklımızı karıştırmasın...
Ama kocaman bir
ama!
Bu tek taraflı
eylemlere, bu drama oysaki “ilişki” diyorduk! Ta ki Lacan yalan söylemeyin
diyene kadar! Ortada bir ilişki yok; ne cinsel ilişki, ne aile ilişkisi, ne
arkadaşlık ne iş ilişkisi bir ilişki biçimi değildir, ne de gönülden kafayı boşaltıp
bağlandığımız soyut kavramlar, düşünceler, ideolojiler, kutsallar da bir ilişki
biçimi değildir asla! Aslında hepsi, olumlu ya da olumsuz farklı sonuçlar
doğurabilen tek taraflı düşüncelerimiz ve eylemlerimizdir... Düşünceleri başkaları
ile tümüyle paylaşıyor olabilmemiz de ancak ve ancak avamlığın semptomudur.
Çünkü ortak düzlem her zaman sığdır ve çoğu insan maalesef ancak bu sığlıkta
nefes alabilir. Sığlığın ötesinde anlam geliştirememenin nedeni anlayamamaktır.
İdeolojik aklın ifadesi anlamın nesneleştirildiği, şekle sokulduğu bir
dünyadır; topraktan değil, soyutlama yetersizliklerimizden yaratırız anlamın somutluğunu,
yalanın gerçekliğini!...
Sevişmenin
algılayamadığımız anlamı da yalnızlıktır, yani ilişkisizlik! Sevişirken bile
nasıl bu kadar yalnız olabildiğimizi algılayabildiğimiz zaman dehşete
kapılırız. Doğurduğumuz çocuğun aslında kim olduğunu bilmediğimizi anladığımızda
da, anne babamızın kim olduklarını hiç bilmediğimizi farkettiğimizde de ve yıllar
geçmesine rağmen, sevgilimizi ve eşimizi hiç ama hiç tanımadığımızı
düşündüğümüzde de bu duyguya kapılırız; çünkü farkettiğimiz aslında bir
ilişkinin olmadığıdır; hepsi bizim “nesnel” dünyamızda oynadıkları rollerden
ibarettir, hiçbirini rolleri dışında asla tanıyamayız, hepsi kendi dünyamızın
kurbanlarıdır; kendimiz de onların dünyasının...
Hiçbiriyle
gerçekten anlamlı bir ilişki kuramayız, bu nedenle hayat nesnel bir dünyada
yaşama sanatından çok idare etme ve edilme sanatına dönüşür;
alışkanlıklarımızı, alıştığımız insanları idare etme sanatına daha doğrusu zanaatına...
Bu zanaat de nihayetinde bir tüketimdir; tüketiriz ve tükeniriz, bir ilişkinin
olmayışının mutlak entropisine yeniliriz.
Tüketiriz hepsini
ve tükeniriz... Hazır ürünlerdir sadece bizim için, tüketmemiz içindir; nasıl
oluştuklarını, karakterlerini, kişiliklerini, nasıl düşündüklerini hiç
umursamayız. Tüketim değerleri vardır sadece, bu yüzden tüketebileceğimiz
herşeye; başkalarına verebileceğimiz herşeye bir değer biçeriz; bir tüketim
değeri, bir zaman ve mekan değeri veririz; bir emek değeri, ve kendimize de bir
tüketim değeri biçilir bu süreçte... Nesneyi ortaya çıkarırız, hem kendimizde
hem dışımızda...
Nesneleştirmeyi
ve nihayetinde nesneleşmeyi en küçük yaşlardan itibaren öğreniriz; zorla ve aslında
bilinçsizce öğretilir, öğrenilmiş yapay bir içgüdüyle; yapay, güvenlikçi
seleksiyona duyulan güven ve inanç ile önce okulda ve sonra hayatın her
alanında... “Nesnellikle” hiç bir zaman ciddi bir ilişki kuramayız bu yüzden, nesnelliği
de nesneleştirilerek öğreniriz ve bir anlamda hadım ediliriz, bu yüzden onu
bile anlamaktan, üzerine tartışılabilir yegane bilgileri bile anlamaktan
gönülden vazgeçmiş bir halde hayata tutunmaya çalışırız. Sığınağımız kendimizi
adadığımız, yalanlarımızı, aptallıklarımızı, kötülüklülerimizi,
bilinçsizliğimizi gizleyebildiğimiz uydurma düşünceler ve dünyalardır;
gerçeklerin ve hakikatin arkasına asla gizlenemeyiz çünkü! Uydurulmuşları, kurgulanmışları
hakikat arayışının, gerçekliğin üzerine örteriz... Cehaletimiz artık bir
başlangıç değil bir sonuçtur... gurur duyduğumuz görkemli bir sonuç!
Bu yüzden
yeniden, yenibaştan varolmayan “nesnelllikler” üretiriz, çabamız nesneleştirmektir.
Ancak zamanla ürettiğimiz nesnelliklerin de bir nesnesi oluruz; çünkü artık
düşünemiyoruzdur; çünkü artık aklımızı, ruhumuzu yani kendimizi bir daha
aramamak üzerine yemin ederek kaybetmişizdir. Üzerinde düşünemediğimiz,
konuşamadığımız her şey bizi nesneleştirir; bizi tanımlar çünkü... geçmişimizi,
bugünümüzü ve geleceğimizi tanımlar. Biz ise onları tanımlayamayız artık, çünkü
gerçek bir bilginin çok uzağında düşünce yetimiz ipoteklidir. Düşünceler
öğretilir, düşünülmüş olan öğretilir, ama düşünmeyi öğrenebilmek kendi
başımızla başbaşa kalabilme cesaretinin bir ödülüdür, kimi zaman da laneti...
Herkes bir başka
nesne aracılığıyla kendi işine bakar, bu yüzden nesnelerin nesnel değerine
odaklanırız, düşüncelerimiz ve eylemlerimiz nesneleştirici bir hal alır... İçi
zaman geçtikçe çöplerle doldurulan büyük kavramlar, ideolojiler, inançlar da
eninde sonunda buna hizmet eder... Herşey; eşimiz, sevgilimiz, çocuklarımız,
ailemiz, her türlü bağlılıklarımız, kimliklerimiz, düşüncelerimiz sahip
olmanın, nesneleştirmenin, iyelik eklerimizin bir parçasıdır...
Ama bir duyguyla
yüzleşmek onu algılamaktan daha da zordur; çünkü nesneler yüzleşemezler hiçbir
yaşanmışlıkla, yaşananla ve yaşanacak olanla... hepsi bir nesne olmanın
gereğidir ve değerimiz de işte bu “nesnel” değerdir. Nesnel değerler içinde
yalnızlaşırız... ve yalnızlaştırıcı ve yabancılaştırıcı olana daha çok teslim
olmaya başlarız, hiçbir özneyi algılayamayız... (gerçek yabancılaşma aslında budur! Marx’ın bahsettiği yabancılaşma
nesne ile somut bir bağ kuramama yoksunluğudur mesela, sorunun çok küçük bir
parçası...)
Sınırsız
varsayımıyla yalanlaştırılan ihtiyaçlarımıza eklediğimiz, yalnızlığımıza ve
yabancılaşmamıza dayanan bir dünya ekonomisi yarattık artık; ve onun sosyal ve
politik deliliklerine mahkum ediliyoruz...
Bu delilikte “normallik”
adına tımarhaneye kapatılamayan tek şey “Aşk” kalır. Kalır mı! bilemiyorum ama
artık hiçbir alanda görülmez durumdadır Aşk; varolamaz durumdadır. İlişki
olmayan ilişki biçimlerinden bir tasarım haline getirilip dizginlenmeye
çalışılır. Tasarım!; yani kurallar... tasarımının ötesinde hiçbir hakikati
umursamaz kurallar...
Lacan, anlamak adına!, anlamı görebilmek adına; kurgudan gerçekliğe terfi ettirilmiş düşünceleri anlamak ve sorgulamak adına kendi dilini kendi gramerini yaratmıştır! Her anlamaya cesaret gösteren
akıl gibi, yoksa Akademinin tekrara dayalı “hiçbirşeyi” yeniden üretme
dünyasından zarifçe ayrışamazdı.
Lacan’ı kendi
dilinden kendi gramerinden okumamız için önce kendi dilimizi inşa etmemiz
gerekir, dili görebilmemiz gerekir. Böylece dağıttığı kafayı pek de toparlayamayan
Zizek de dahil herhangi birinden aracılık almamız gerekmez olur... “Jouissance”dan
“Jouis-sens”ı çıkardığımızda elimizde kalanı anlıyorsak ancak Lacan vardır!
Güvenlikte olmak
düşüncesi bir güvensizlik semptomudur; içten içe yıkıcı, dışa yönelik tahrip
edicidir. Aşk önce içimizde yıkılır, hayat tecrübesi dediğimiz şey Aşktan
kurtulmayı öğrenmektir. Sürekli kurtulmaya çalıştığımız Aşkı ararken
“normalleşiriz”...
Evet bu
güvenlikçi delilikten kurtulmanın tek yolu olarak Aşkın yeniden icat edilmesi
gerekir tabi Lacan!, Ama nasıl? Sence nesneler Aşkı icat edebilir mi yeniden!
Hem de her fırsatta onu öldürmek isterken...
Fotoğrafta bir sürü akıllı insan var, ne düşünürlerdi kimbilir...
Hayal
kırıklıkları yüreğini kanatırken ölümde düğünü gören de bu nesneleşmenin kara
gölgesine güneşle karşı çıkmamış mıydı!
:]
YanıtlaSil