*Bu yazı dizisi bir üçleme olarak tasarlanmıştır; bu
yazının yanısıra (Leonardo “The Revenant” ile Büyür mü! -2)” ve (“The Revenant” Etkisi ve Algımızın Yitimi!-3) başlıklı bölümlerden oluşacaktır. Odaklanılan
konu bakımından her bir yazı da ayrı ayrı okunabilir ancak sonunda üçünün bir
arada okunmasının da önemi ayrı olacaktır. Saygılarımla,
Sinema sanatı olabildiğince gerçekçi (as real as possible) gerçekçiliğe Akademisinin “Oscar”ını vermek için yanıp tutuşurken, gerçek hayatta yalan yanlış kurgularımızdan ürettiğimiz tahammul edilemez gerçekliklere gözlerimizi kapatıyoruz... Oysaki hayat zaten yanıbaşımızda inanılmaz ölçüde rahatsızlık verici, yabancılaştırıcı, akıl hastası edici düzeyde korkunç olaylar ve yıkık dünyalar üretmekte...
Dünyanın bir çok
bölgesinde özellikle de yanıbaşlarımızdaki kültür dünyası çerçevesinde; sahte
bir bilincin, hayatın tahammül edilmez hale gelen gerçekleriyle karşılaşmasındaki
kesişim kümesinde ve bastırılnış gerçekliğin ikiyüzlü sahtekarlığı ile hayali
bir dünyanın kendi kurgusallığını gerçeklik diye dayattığı; aklını yitirmiş
daha doğrusu hiçbir zaman bir akıl elde edememiş çocuklarının oynadığı
olabildiğince gerçek ama bir o kadar da sahte ve ikiyüzlü bir dünyanın Oscarlık
bir trajedisi yaşanıyor! İntikam
üzerine bir değer geliştirdiğinizde hayat size tüm geçmiş birikimler ile büyük
kapılar açacaktır... ve böylece bir anlamsız ve sınırsız şiddetin görsel
“sanatına” verilmek istenen Oscar, dünyada yaşanan rezil gerçeklere de bir ödül
olacaktır...
Bu filmi yere göğe
koyamayanlar, hadi beğenenler diyelim... sanırım hiç hayatta zorlu bir doğa
ortamında bulunmamış, zorlu ve mücadele gerektiren bir spor yapmamış,
askerliğini karargahta ya da ortamın kokusunu bile almadan banka şubelerinde
yapmış, şiddet sahnelerini bilgisayar ortamında görmüş ve bu yüzden sahnelerin oyundan
daha iyi olduğunu düşünmüş, ya da her cinsten Capriotik hayranlardır sanıyorum... Şehirlerde artık tutsağı
olduğumuz hayat ile ilgili olarak bilgisizlik ve tecrübesizliğin, sinemalardan
ve televizyonlardan bize gösterilenlere hayranlığımızla yakın bir ilişkisi
vardır.
Fransız askerlerinin, avcılarının, yerleşimcilerinin Kızılderili köylerini yakıp yıktığı, insanları öldürdüğü; Yerlilerin hem kendi aralarında çatıştığı hem de yeni yerleşimcilerle savaştığı, köylerini yaktığı, kadın, çoluk-çocuk ayırt etmeden ortalığı kana buladığı 19. yüzyılın başındaki Amerikan dünyası tasvir ediliyor... çatışmaların yıldırım hızıyla apansız bir şekilde başladığı, gerçeklik adı altında anlamsız, mantıksız, yersiz bir şiddetin sahnelendiği güzel bir film propogandası görselliğinde berbat bir dünya tasvir ediliyor “The Revenant”ın sahnelerinde...
“The
Revenant” da kavramlar hatalıdır!, kurgular hatalıdır!, çekimler hatalıdır! ve
nihayetinde gerçekler, yaratılan ve sahnelelen gerçeklikler hatalıdır!, hatta
hatadan öte yanlıştır!
Film gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilmiş, ancak gerçeklerden pek esinlenememiş ya da gerçekleri hiç umursamamış duruyor. Her kahramanlık ve olağanüstülüğün dayandığı gerçeklikte büyük boşluklar bulunur, çünkü o boşluklar etkileyici bir hayalgücünün ürünleri olarak dolar... Etkilenmek mi! insanlar etkilenir hikayelerden, yanlışlardan ve üretilmiş doğrulardan. Gerçeklerden etkilenen, etkilenebilen insanlar ise azdır, çok azdır, en azından ben kendi hayat tecrübemde çok az gördüm, genelde gerçeklerden kaçılır; kurgulara kaçılır...
Film gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilmiş, ancak gerçeklerden pek esinlenememiş ya da gerçekleri hiç umursamamış duruyor. Her kahramanlık ve olağanüstülüğün dayandığı gerçeklikte büyük boşluklar bulunur, çünkü o boşluklar etkileyici bir hayalgücünün ürünleri olarak dolar... Etkilenmek mi! insanlar etkilenir hikayelerden, yanlışlardan ve üretilmiş doğrulardan. Gerçeklerden etkilenen, etkilenebilen insanlar ise azdır, çok azdır, en azından ben kendi hayat tecrübemde çok az gördüm, genelde gerçeklerden kaçılır; kurgulara kaçılır...
Filmde o kadar çok sorgulanması tekrar tekrar üzerinden geçilmesi gereken sahne var ki, hangi birini anlatayım bilemiyorum... evet filmin görselliği harika!, sahne çekimleri, yönetmenin ve görüntü yönetmenlerinin sahne kurgusu, estetiği, açıları genellikle muazzam ama ne kadar az bilirsek o kadar mutluyuz, ne kadar az görürsek, görebilirsek o kadar çok hayranız sonuçta... oysa iyi bir David Cooperfield gösterisinden pek de farkı yok, ne de olsa gözlerimiz ve aklımız aldanmaya geldi sinema salonlarına... sanatla öğrenebilecekken sanatla aldanmayı seçeriz nedense!...
İlk sahneden
itibaren okların adeta sonu gelmeyen bir kurşun gibi kullanılması ne kadar göze
batıcı ve battığı yerde kalıcı... oysaki ki çok değerlidir o oklar;
1820’lerdeyiz... oku at bırak kalsın değildir, önemlidir ve pahalıdır bir ok,
üretimi ciddi bir emek ister; o dönemde bu yüzden canını aldığı hedeften
çıkarılıp tekrar tekrar kullanılır...
Sahnelerin
özellikle savaş sahnelerinin mantıksızlığına nasıl tepki vereyim şaşırıyorum.
Örneğin daha filmin ilk sahnelerinde ağaçlıklı bir alanda sıkışmış olan beyaz
adamlara Yerliler tarafından tepelerden hedef alınıp yoğun ok atışı yapılıyor.
Ağaçlarla gölgelenmiş, görece karanlık
bir yere çıplak ve aydınlık bir tepeden oklar atılıyor ve gölgedekiler,
dışarıya yani ışıkdakilere, her türlü fiziksel görme avantajına rağmen,
hayaletlere bakar gibi bakıyor; yere yatıp ağaçların arkasında kalıp hedef
küçülteceklerine ayakta geziniyorlar korkuyla ve şaşkınlıkla ve bir anlamsız
panik vakası da aynı zamanda yaşanıyor...
Savaş
sahnelerinin çekimi de alanının önemli bilgisayar oyunu Call of Duty’nin görselliğiniden ve sahne çekimlerinin kurgusundan gerçek bir film olması dışında daha iyi değil, hatta ondan örnek alınarak
çekilmiş diyebiliriz, gerçek bir ortamda gerçek insanlarla... farkı bu...
Ah
ki ah! can alıcı noktalardan ve filmin ağır toplarından olması istenen
sahnelerinden biri; kışın bir Ayı saldırısına
uğramak, hem de yılbaşına yakın bir zamanda pek olacak iş değil. Kış uykusu kaçmış bir ayıyı bulmak gerçekten zor bir iş, yönetmeni Alejandro González Iñárritu’yu zor kış
şartlarına çok gerçekçi bir zorluk getirdiği için tebrik ediyoruz. Hadi kendisi
ve yavruları dahi uyanık ve bu yüzden de haddinden fazla gergin, sinirli bir
Ayı bulduk ve özellikle, sırtına, beline ve kaburgalarına aldığı o darbelerden
sonra kahramanımızın felç geçirmemiş olması da bir mucize. Bir ayı ile iyi bir
mücadele sahnesi mi görmek istiyorusunuz; yaklaşık 20 yıl önce bugünkü
bilgisayar efektleri imkanının yardımı olmadan çekilen Anthony Hopkins ile Alec
Baldwin’in boşrollerini paylaştığı
“The Edge”i izleyin... bir boz ayının
kendi ortamında ne kadar akıllı olabileceğini ve tek bir darbesiyle bile neler
yapabileceğini iyi bir filmin etkili sahneleri eşliğinde hissedebilirsiniz...
Herkesin herkese saldırdığı bir ortamda herşeyden kurtulan, Ayı saldırısından da kurtulan kahramanımız Hugh Glass (Leonardo diCaprio), (belki Steel soyadını versek daha doğru olurdu) sürekli ıslanan, nehre giren, düşen, buz gibi soğuk nehirden ağır yaralı halde yüzerek kaçmaya çalışan bir halde, yine tekrarlamak isterim ki normalde ayıların bile kış uykusunda olduğu, küresel ısınmanın da pek konuşulmadığı o yılların filmde de betimlenen dondurucu soğuklarında hipotermiden de ölmez!...
Sırılsıklam olmuş
giysiler, dondurucu soğuğun altındaki ateşlerde ve üstelik üzerinizde nasıl kurur
hemen!... Oysaki soğukta bir numaralı kural ıslanmamaktır, ne olursa olsun
ıslanmamaktır!... Hipotermi Napolyon’un
ordusunu Rusya seferinde dağıtmış, II. Dünya Savaşı’nda, özellikle de Stalingrad cephesinde Almanları ve Rusları perişan etmiştir. Alman siyasetinin yoğun teşvikiyle,
yeterli erzak ve üniforma donanımı olmayan bölgedeki Osmanlı ordusunu Kafkasya cephesine
uyduruk bir vatan sevgisi dışında (aslında
vatan sevgisi değil de devlet, iktidar ve güç sevgisidir bu) içi boş
kafasındaki büyük stratejilerin akıl tutulması ile Aralık ayının sonlarında, kışının sertliği ve soğukluğu ile bilinen
bir bölgede askerlerimizi (piyon demeye
dilim varıyor, yüreğim varmıyor) adeta ölsünler diye cepheye süren vekil
başkomutan Enver Paşa da utanç
dolu, hipotermi ile son bulan ve uzun yıllar gizlenen bir savaş! destanı
yazmıştır...
Titanik battığında da denizde kalanların hemen hemen
hepsininin ölüm nedenidir hipotermi, boğularak ölmeye zamanları bile olmamıştır
çoğu kazazedenin... Ama kahramanımıza gerçeklerden
yola çıkmış bu filmde her nasılsa bir türlü işlememiştir hipotermi; odunları
topla yak, üzerinde kurusun giysiler! Bu kadar mı basit gerçekler!...
Bir de Star Wars gönderimi var ki hipotermiyi
anlama kapsamında üzerinde durmak gerekiyor. Sahnenin başlangıcından itibaren,
yani ani ve aslında hiç gereksiz bir saldıya uğraması, atına atlayıp biranda
kaçabilmesi, uçurumdan hiç hızını kaybetmeden atla birlikte düşmesi, ölen atın
iç organlarını çıkararak (iç organlar derinin daha hızlı soğuyarak katılaşması
ve böylece bir koruma duvarı oluşturması nedeniyle ısısını daha uzun süre
koruyabilecektir) çırıpçıplak içine girip kendini korumaya çalışması sahnenin
yapı taşlarıdır. Sabah uyandığında da o soğukta ve güneşte biraz eriyen karda donmuş
ve ıslanmış elbiselerini tekrar giyip yola koyulmuştur...
İzleyenler hatırlar; The Empire Strikes Back’ın açılış sahnesinde Luke Skywalker karlarla kaplı çok soğuk olan buzul gezegen Hoth’da soğuğa alışkın endemik bir tür olan Tauntaun ile devriye atmaktadır. Aniden bir çeşit kutup ayısı diyebileceğimiz çok iri bir hayvanın saldırısına uğrar ve yaralanır. Bir av gibi asılı kaldığı hayvanın ininden gücü kullanabilmesi ve ışın kılıcı sayesinde kurtulur ama kar fırtınasına yakalanır... Hipotermik şoka girerek ölmek üzereyken Han Solo onu bulur ve kararan havanın ve artan şiddetli soğuğun etkisiyle hipotermik şoka girip ölen Tauntaun’un karnını yarar ama iç organlarını çıkarmaz! ve Luke’u hayvanın içine sokar, ertesi sabah bulunup kurtulduklarında ilk iş Luke’u sıcak suyla tedavi etmektir, yani konu gayet iyi bilinerek sahnede herşey doğru yapılmıştır... “The Revenant” daki bu çarpıcı sahne ise başlangıcından sonuna kadar hatalarla doludur... bir tarafta çarpıcı gerçekçiliği ile ön plana çıkmak isteyen 2016’nın 12 dalda Oscar adayı olmuş bir filmi ve diğer tarafta bir bilim kurgu klasiği serisinin ikinci filmi olan 1980 yapımı “The Empire Strikes Back”!
Bir hayalin
içinde de olsa Amerika’da o yıllarda ikonalarla süslü Bizans tarzı bir Ortodoks kilisesi
ile Hz. İsa’nın çarmıha geriliş imgesiyle
bir Katolik kilisesi karışımı ortaya
çıkararak böyle bir sahneyi çekmek de nedir Allah aşkına! hiç aklım almadı,
alamadı... senaristler de yönetmen de bu konuda ayrı bir tebriği! hak
ediyorlar...
Gerçeklik
adına bir haylı abartılmış bir süper kahraman portresi var filmde, “acı yok” ile dolu sahneler... Ya bu
olayın gerçekleri başka, en azından
farklı ya da filmi yapanların hayal gücü eli sıcak sudan soğuk suya değmemiş
olanlarınkiyle aynı... Benden daha dikkatli gözler eminim çok daha fazla hata
denemeyecek yanlışlar görmüşlerdir. İntikamın alındığı son sahne sürecindeki
büyük kurgu ve çekim hatalarına değinmek bile istemiyorum, ancak yönetmeni
olsam böyle bir final çekmezdim demeyi de eklemek zorundayım...
Evet..., elbette sinema bir etkileme sanatıdır, çağımızın da en etkileyeci sanatıdır. Ama bu sanat sadece etkilemek için yapılmaz, sanat eseri sizi etkiler; aklınıza, bilginize, düşündüklerinize ve dahi düşünemediklerinize, hayallerinize dokunarak etkiler... “The Revenant”ın dirilemediği, ayaklarının üzerinde başı dik duramadığı durum budur; sadece etkilemek için yapıldığından gerçekten gören, görebilen gözleri etkileyememektedir...
Yiğidi öldürdük
ama hakkını da verelim... Hugh Glass’ın Yerli bir kadın olan eşinden doğan ve
artık hayatta sahip olduğu tek varlık olan oğlunu korumak adına uyarmak için
söylediği sözler:“They don’t hear your voice! They just see the color of your face. You
understand? You understand?” (Onlar ne dediğinle ilgilenmezler, sadece
yüzünün rengini görürler) çarpıcı ve
bilgece... ve filmdeki diğer birkaç
diyalog gibi çok değerli ama bile filmi iyi biryerlere taşımak için asla
yeterli değil!...
Inarritu’nun Andrei
Tarkovski’den etkilendiği aşigar... Filmin yapımında doğrudan sermayesi ve
emeği geçen, yapımcılarından senaristine, başrol oyuncularından, yüzleri
görünmeyen figüranlarına, görüntü, ses, ışık vb. yönetmenlerinden set
çalışanlarına, müzisyenlerinden, kostüm tasarımcılarına, çok emeği geçtiği
belli olan makyaj sanatçılarına vb.
aklıyla fiziksel emeğiyle filme katkısını koymuş herkese, herkesin isminin
yazıldığı, akışı yaklaşık 10 dakika süren uzun bir liste ile filmin sonunda
teşekkür edilmişken ve ayrıca bu filmin yapımının arkasında ne kadar büyük bir
endüstri olduğunu vurgulamak için en sonunda da 15 bin’den fazla emeği geçen kişiye selam verilirken; filmin en can alıcı, hayranlık uyandırıcı sahnelerinin ilham kaynağı olduğu
açıkça belli olan Tarkovski’nin bir basit teşekkürle dahi onurlandırılmaması,
hoşgörülecek ve kabul edilebilecek bir durum değildir.
Bu film bana
kimlere teşekkür edilmesi gerektiğini tekrar hatırlattı; Inarritu’nun çok şey borçlu olmasına rağmen umursamadığını ben umursayayım... Sanatsallık açısından sahne
çekimleri için neredeyse tüm ilhamı vermiş Tarkovski’yi birkez daha anmak ve
teşekkür etmek gerekiyor, günümüzdeki imkanlardan çok uzak, aklında yarattığı
görüntülerde sadece ışığı doğru kullanarak görselliği ve akışı olağanüstü
sahneler çekmişti,... içerik ve diyaloglar Yerlilerin bilgeliğine atıfla ve
söylenen sözün değeri artsın diye kısık
bir tonda verilerek etkisi artırılımaya çalışılmışsa da, bir Tarkovski filminin metinlerinin yakınına
dahi yaklaşamaz.
“The Revenant” gerçeklerden ilham aldığını söyleyip büyük saçmalıklara
nasıl imza atmışsa, bu filmdeki anlamsız şiddetin estetik düşkünlüğünden ilham
alıp öldürmenin ve yoketmenin “tadını” almış olanlar gerçekliği şüphesiz yeni kabuslara
imza atacaktır...
Neyse ki artık iyice suyu çıkmış, içi boşalmış ödül endüstrisinin zirvesi olan “Oscar”lar, adayları ve kazananlarıyla pek de ciddiye alınmayı hakedecek bir durumda değil... en azından benim için!...
Neyse ki artık iyice suyu çıkmış, içi boşalmış ödül endüstrisinin zirvesi olan “Oscar”lar, adayları ve kazananlarıyla pek de ciddiye alınmayı hakedecek bir durumda değil... en azından benim için!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder