Herşeyin anlamsız
bir şekilde karmaşık bir hale getirilip zorlaştırılarak, hatta bir imkansızın içine sürüklenerek diriltilmeye çalışıldığı bu hikayede; hayata tutunup intikam alma temelli olaylar
örgüsünün gerçekliği abartılarak, çarpıtılarak anlatılmış ve sahnelenmiştir...
Oscarlı yönetmen İnarritu, sahneleri estetik
kaygısıyla mantık hatalarıyla dolu halde çekerken, Leonardo’nun herzamanki oynama tutkusu, özgün olmayan sahne kurguları, kamuoyu
baskısı, pazarlama teknikleri, 15 bin'den fazla kişinin bu işte emeğinin geçtiğinin söylenmesi ile başarılı olmaya
çalışıyor görünmektedir. Hollywood’un
film endüstrisinin yaratıcılığının ve düşünce yapısının bu endüstriyi ayakta
tutacak oyunculara ve gişe gelirlerine bağlı kalarak iyice sığlaşan dünyası
elbette bu filme aday olduğu 12 dalda
Oscarların bir bölümünü getirecektir... şaşırırmıyım acaba, umarım!...
Sonucu belli bir
sürede bitecek, iyi de oynansa berbat da oynansa bir kupa ile ödüllendirilecek
spor karşılaşmaları değildir sanat. Yedinci
Sanatın taçlandırıcısı Oscar
ise; sinema endüstrisinin bir uzantısı, ilgi çekmenin, ilgiyi
yönlendirmenin, sihirli bir şeyler yapıyormuş gibi yapmanın bir fenomeni, adaya
da, kaybedene de kazanana da her halükarda nedenleri ile ilgili bir bahane
bulunabilecek bir hastalıklı entelektüel genişliğe ve kurumsal maddi rahatlığa
sahip zayıf bir akıl ve imajlar dünyası maalesef...
Hayran
olmak için alıştırıldıklarımıza, baktıklarımıza, baktırıldıklarımıza aklımız
asla isyan etmeyecektir... aklımız neyle beslendiyse, besleniyorsa odur! Aklımızın
diyetiyle, diyetimizin niteliği ile varız bu dünyada, sadece az çok
düşünebildiğimiz için değil!... zaten düşünemediğini bildiğimiz bir canlı da
yok artık! her canlı az da olsa, çok da olsa düşünebiliyor... Adını çoğu zaman
hak etmeyen biz “Sapien”ler de
saçmalıktan, ciddi düşüncelere; kabalıktan, inceliğe ve zarafete doğru geniş
bir yelpazede düşünüyoruz... Descartes
alınmasın ama yokuz! görünür olmaktan öte yokuz aslında... düşüncelerimizin
niteliği sorgulanmadıkça, düşünmek bizi var etmez; ama yok edebilir kendisi gibi
olmayanı düşünceler; en sığ düşünceler...
Bir yıl da,
birkaç yıl da illa gerekmediğinde ödül verilmesin ne olur sanki!, her yıl biri
mutlaka ödül sahibi olmak zorunda mıdır?... olmasının ne anlamı vardır ki!... En
prestijli ödüller olan Oscarlar, Nobeller bile ödül verme uyuşturucusunun,
alışkanlığının, endüstrisinin esiri olmuşlardır... gerçek değerleri artık ara
sokaklarda, samimiyetini koruyabilen yerlerde arıyoruz bu yüzden!...
Her sene anlamlı
anlamsız birçok şeye ödül veriliyor. Bu mantık baştan aşağı saçmalıktır!...
Olimpiyatlar ilgi çeksin diye altın madalyalara büyük para ödülleri konmuştu
zamanında; sırıkla yüksek atlamanın rakipsiz atleti Sergey
Bubka’yı hatırlarım, hep yapabildiği kadar değil de ihtiyacı olduğu kadar geliştirirdi kendi rekorunu, hatta bazen santim santim bir
santimcik!... şimdilerdeyse en iyi sporcularının sahtekarlıkları ve doping
bağımlılıklarından geçilmiyor sporlar... kendimizi kaybederek kazanmak
istiyoruz, anlamımızı yitirerek!... büyük bir çabayla tüm benliğimizle teslim
olduğumuz “Zeitgeist” (Zamanın
Ruhu) bu maalesef.
Uydurulmuş
kavramlar, hikayeler, kahramanlıklar, bilinmezlikler, yalanlar, dolanlar
insanları çok daha fazla etkiliyor ve yeni tuhaf, berbat gerçeklikler yaratabiliyor... bu durum gerçekten şaşırtıcı, en azından
ben şaşırıyorum... hayata karşı korkaklıktır bunun sebebi diye düşünmüşümdür
hep, sınırlar içinde sorgulamadan yaşama alışkanlığıdır bu yüzyıllara
yayılan...
Birşeylerden
etkilenmek ve onları beğenmek için kişisel bir mücadele ile onları algılamamız, görmemiz, duymamız, anlamamız ve anlamlandırmamız gerekmiyor maalesef... zaten beğeniler ve beğenilmeyenler, kabuller ve reddedişler
hazır paketlerle gelir süslenmiş hediyeler gibi, paketlerle inşa edilir
zihnimiz, ilgilerimiz, sevgimiz... şekilleniriz içine girdiğimiz kaplarda; aksi
takdirde sosyal, ekonomik ve politik dünyamız böyle olabilir miydi!, aklımız
paketlenmeden vicdanımız bu hale gelebilir miydi hiç!...
Çok
bilerek, çok görerek hayran olmak da mümkün... iyi olana, güzel olana değil
sadece, hele mükemmele hiç değil... hatalara
ve zaaflara da hayran olabiliriz, asıl onlara hayran olabilmeliyiz; aldatıcı
soyut kavramların imajları, görünürlüğü ve adeta taşlaşmış somutluğu uğruna
içimizde unutmak için çabaladığımız insanlıktır asıl hayran olunacak olan...
yeterki samimiyet mum ışığında bile görünsün!, bize yeter...
"The Revanent”ın Tarkovski'den ilham alınarak incelikle ayarlanmış,
hakkını teslim etmek istediğim önemli sahnelerinden benim için en dikkat çekici
olanı; Glass’ın hayatını kurtaran Kızılderiliyi ararken onu darağacında, üzerinde “On est tous des sauvages”
(Biz,
hepimiz vahşiyiz) yazılı tahtadan bir tabela ile bulmasıydı...
günümüzdeki olaylara da göndermelerle dolu çarpıcı yapısıyla akılda kalıcılığı
büyük, önemli bir sahneydi...
Ama filmdeki göndermeye karşı çıkmamız gerekiyor! Hayır değiliz! o kadar da değiliz dememiz gerekiyor... filmdeki bu ifadeye arka plan olan o Yerli ise hiç değildi!...
Ama filmdeki göndermeye karşı çıkmamız gerekiyor! Hayır değiliz! o kadar da değiliz dememiz gerekiyor... filmdeki bu ifadeye arka plan olan o Yerli ise hiç değildi!...
Hepimiz vahşi değiliz, hepimiz sahip olduğumuz
gücü vahşi yönümüzü ifade ve tatmin etmek için kullanmak zorunda değiliz!
Hiçbir gerekçe bunu anlamlandıramaz, anlamlandırmamalı zaten... Buna
direnmeliyiz, insanlık medeniyeti
adına direnebilmeliyiz artık!...
Hissettiğimiz ama somutlaştıramadığımız dünyayı gözler önüne "sertçe" sermiş, insanlığımızı hatırlatmışsın. Bu yazı da su gibi aktı, kalemine sağlık.
YanıtlaSilteşekkür ederim...
Sil