26 Şubat 2016 Cuma

“The Revenant” Etkisi ve Algımızın Yitimi! (3)


Herşeyin anlamsız bir şekilde karmaşık bir hale getirilip zorlaştırılarak, hatta bir imkansızın içine sürüklenerek diriltilmeye çalışıldığı bu hikayede; hayata tutunup intikam alma temelli olaylar örgüsünün gerçekliği abartılarak, çarpıtılarak anlatılmış ve sahnelenmiştir...


Oscarlı yönetmen İnarritu, sahneleri estetik kaygısıyla mantık hatalarıyla dolu halde çekerken, Leonardo’nun herzamanki oynama tutkusu, özgün olmayan sahne kurguları, kamuoyu baskısı, pazarlama teknikleri, 15 bin'den fazla kişinin bu işte emeğinin geçtiğinin söylenmesi ile başarılı olmaya çalışıyor görünmektedir. Hollywood’un film endüstrisinin yaratıcılığının ve düşünce yapısının bu endüstriyi ayakta tutacak oyunculara ve gişe gelirlerine bağlı kalarak iyice sığlaşan dünyası elbette bu filme aday olduğu 12 dalda Oscarların bir bölümünü getirecektir... şaşırırmıyım acaba, umarım!...

Sonucu belli bir sürede bitecek, iyi de oynansa berbat da oynansa bir kupa ile ödüllendirilecek spor karşılaşmaları değildir sanat. Yedinci Sanatın taçlandırıcısı Oscar ise; sinema endüstrisinin bir uzantısı, ilgi çekmenin, ilgiyi yönlendirmenin, sihirli bir şeyler yapıyormuş gibi yapmanın bir fenomeni, adaya da, kaybedene de kazanana da her halükarda nedenleri ile ilgili bir bahane bulunabilecek bir hastalıklı entelektüel genişliğe ve kurumsal maddi rahatlığa sahip zayıf bir akıl ve imajlar dünyası maalesef...

Hayran olmak için alıştırıldıklarımıza, baktıklarımıza, baktırıldıklarımıza aklımız asla isyan etmeyecektir... aklımız neyle beslendiyse, besleniyorsa odur! Aklımızın diyetiyle, diyetimizin niteliği ile varız bu dünyada, sadece az çok düşünebildiğimiz için değil!... zaten düşünemediğini bildiğimiz bir canlı da yok artık! her canlı az da olsa, çok da olsa düşünebiliyor... Adını çoğu zaman hak etmeyen biz “Sapien”ler de saçmalıktan, ciddi düşüncelere; kabalıktan, inceliğe ve zarafete doğru geniş bir yelpazede düşünüyoruz... Descartes alınmasın ama yokuz! görünür olmaktan öte yokuz aslında... düşüncelerimizin niteliği sorgulanmadıkça, düşünmek bizi var etmez; ama yok edebilir kendisi gibi olmayanı düşünceler; en sığ düşünceler...


Bir yıl da, birkaç yıl da illa gerekmediğinde ödül verilmesin ne olur sanki!, her yıl biri mutlaka ödül sahibi olmak zorunda mıdır?... olmasının ne anlamı vardır ki!... En prestijli ödüller olan Oscarlar, Nobeller bile ödül verme uyuşturucusunun, alışkanlığının, endüstrisinin esiri olmuşlardır... gerçek değerleri artık ara sokaklarda, samimiyetini koruyabilen yerlerde arıyoruz bu yüzden!...

Her sene anlamlı anlamsız birçok şeye ödül veriliyor. Bu mantık baştan aşağı saçmalıktır!... Olimpiyatlar ilgi çeksin diye altın madalyalara büyük para ödülleri konmuştu zamanında; sırıkla yüksek atlamanın rakipsiz atleti Sergey Bubka’yı hatırlarım, hep yapabildiği kadar değil de ihtiyacı olduğu kadar geliştirirdi kendi rekorunu, hatta bazen santim santim bir santimcik!... şimdilerdeyse en iyi sporcularının sahtekarlıkları ve doping bağımlılıklarından geçilmiyor sporlar... kendimizi kaybederek kazanmak istiyoruz, anlamımızı yitirerek!... büyük bir çabayla tüm benliğimizle teslim olduğumuz “Zeitgeist” (Zamanın Ruhu) bu maalesef.

Uydurulmuş kavramlar, hikayeler, kahramanlıklar, bilinmezlikler, yalanlar, dolanlar insanları çok daha fazla etkiliyor ve yeni tuhaf, berbat gerçeklikler yaratabiliyor... bu durum gerçekten şaşırtıcı, en azından ben şaşırıyorum... hayata karşı korkaklıktır bunun sebebi diye düşünmüşümdür hep, sınırlar içinde sorgulamadan yaşama alışkanlığıdır bu yüzyıllara yayılan...



Birşeylerden etkilenmek ve onları beğenmek için kişisel bir mücadele ile onları algılamamız, görmemiz, duymamız, anlamamız ve anlamlandırmamız gerekmiyor maalesef... zaten beğeniler ve beğenilmeyenler, kabuller ve reddedişler hazır paketlerle gelir süslenmiş hediyeler gibi, paketlerle inşa edilir zihnimiz, ilgilerimiz, sevgimiz... şekilleniriz içine girdiğimiz kaplarda; aksi takdirde sosyal, ekonomik ve politik dünyamız böyle olabilir miydi!, aklımız paketlenmeden vicdanımız bu hale gelebilir miydi hiç!...

Çok bilerek, çok görerek hayran olmak da mümkün... iyi olana, güzel olana değil sadece, hele mükemmele hiç değil... hatalara ve zaaflara da hayran olabiliriz, asıl onlara hayran olabilmeliyiz; aldatıcı soyut kavramların imajları, görünürlüğü ve adeta taşlaşmış somutluğu uğruna içimizde unutmak için çabaladığımız insanlıktır asıl hayran olunacak olan... yeterki samimiyet mum ışığında bile görünsün!, bize yeter...



"The Revanent”ın Tarkovski'den ilham alınarak incelikle ayarlanmış, hakkını teslim etmek istediğim önemli sahnelerinden benim için en dikkat çekici olanı; Glass’ın hayatını kurtaran Kızılderiliyi ararken onu darağacında, üzerinde “On est tous des sauvages” (Biz, hepimiz vahşiyiz) yazılı tahtadan bir tabela ile bulmasıydı... günümüzdeki olaylara da göndermelerle dolu çarpıcı yapısıyla akılda kalıcılığı büyük, önemli bir sahneydi... 

Ama filmdeki göndermeye karşı çıkmamız gerekiyor! Hayır değiliz! o kadar da değiliz dememiz gerekiyor... filmdeki bu ifadeye arka plan olan o Yerli ise hiç değildi!...

Hepimiz vahşi değiliz, hepimiz sahip olduğumuz gücü vahşi yönümüzü ifade ve tatmin etmek için kullanmak zorunda değiliz! Hiçbir gerekçe bunu anlamlandıramaz, anlamlandırmamalı zaten... Buna direnmeliyiz, insanlık medeniyeti adına direnebilmeliyiz artık!...  

2 yorum:

  1. Hissettiğimiz ama somutlaştıramadığımız dünyayı gözler önüne "sertçe" sermiş, insanlığımızı hatırlatmışsın. Bu yazı da su gibi aktı, kalemine sağlık.

    YanıtlaSil