Oktay Sinanoğlu kişisel olarak tanışma şerefine eriştiğim uzunca sohbet
etme fırsatı da bulup samimi ve keskin düşüncelerini dinlediğim ve etkilendiğim
çok değerli bir insan, bilim adamı ve kültür adamıydı.
Ömrünün yaklaşık son 20 yılını dile, ana dilimiz Türkçe’ye adamış bir
kültür adamı olarak dilin önemi üzerine üretmeye çalışarak geçirdi. Ana dilin
düşünce üretimine temel oluşturduğunu düşündüğü için üzerinde büyük
hassasiyetle durduğu konu bu olmuştu. İkincil bir dilden aktarılan temel
düşüncelere, kavramlara ve bu çerçevede üretilecek bilimsel düşünceye nitelikli
olamayacağını düşündüğü için karşıydı. Sinanoğlu ortaokul ve lisede görece iyi
bir Latince eğitimi aldığı ve matematiği de iyi öğrendiği için akademide
kuantum üzerine yoğun çalışmaların yapıldığı bir dönemde zekası, kavrama
yetisi ve odaklanma yeteneği ile birleşen bir çalışma temposu ile ABD’de hızla
başarılar elde etti. Kuantum kimyası ve moleküler biyoloji çerçevesindeki
kariyerinin başlarındaki akademik başarısı ilgi ve birçok ödülü de beraberinde
getirdi.
Ancak verimli bir yaşa geldiği 80’li yıllar Sinanoğlu’nun teorik kimya
alanındaki üretkenliğinin azaldığı dönemler oldu. Bazen çalışılan konunun
sınırları, bazen de kendi sınırlarımız ve bıkkınlığımız üretkenliğimizi
azaltır, yeni alanlara sürükler... Sinanoğlu da dil, kültür, milli kültür,
milli kimlik düşünceleri üzerinden çalışmaya başladı bu dönemde. 1993 yılında
Yale’deki profesörlük görevinden görece erken bir yaşta emekli olup Türkiye’ye
döndü. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde kendi alanındaki bilimsel çalışmalarına
devam etse de; artık daha çok Türkçe’nin nasıl kurtulacağına odaklanmaya
başladı, dil kaybolur ya da zayıflarsa düşünce üretebilen ve birbirini besleyen
toplumsal bir yapıdan hızla uzaklaşılacağını düşünüyordu. Ayrıca bilimsel bilgi
üretme ve ifade edebilme açısından da Türkçeyi çok değerli bir dil olarak
görüyordu. Kendisini aslında gerçek, hakiki bir küreselleşmeci olarak
tanımlardı, ama kaybolan, zayıflayan, yok edilen kültürlerle insanlığın
tekdüzeleşeceğini ve düşünce üretimi açısından fakirleşeceğini düşünüyordu.
Yani üretiminiz ve katkınız yoksa siz de yoksunuz, zayıf ya da ithal bir
kültürle de katkı yapılamayacağını ifade ediyordu.
Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu diplomatlık yapmış bir yazardı ve iki kitap
yazmıştı. Genç Cumhuriyet’in hızla Batı’ya yönelen aklının çerçevesinde “Grek
ve Romen Mitolojisi” ve “Petrarca” isimli kitaplarında Batı’nın bilimsel diline
temel oluşturan mitolojiyi yani başka bir değişle bilim dilinde yaşayan eski
dinleri ve kavramları incelemişti. Batı kültürüne uyum sağlamanın Türkiye'nin
geleceği için kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Ancak Sinanoğlu babasından
farklı olarak kendi kültürüne geri dönmek istedi, öncelikle de diline…
Türkiye’ye döndüğü yıllar Türkiye’nin hem ekonomik-politik yapısı hem de hızla
gelişen tüketim kültürüyle genelde Batı’ya özelde Amerika’ya teslim olduğu bir
dönemdi; milliyetçiliği, dindarlığı, Atatürkçülüğü, solculuğu… hiçbiri çok
sağlam düşünsel temellere oturamamış ve birbirlerinin sığlığından da
etkilenerek sloganlara teslim olmakta ve basitleşmekteydi.
Üzerine konuşulamadığı durumlarda farklı düşüncelerin birbirlerini yok
sayma eğilimleri artar, düşünceler ideolojik bir çerçevenin içinde kendi
üzerine düşünmekten kaçınan, neyi savunduğundan çok neye karşı olduğunu bilen
yapılar oluştururlar zamanla… sığlaşma ve yozlaşma hayali bir hattın
savunulmasıyla başlar; farklı bilgilerin çıkamadığı ve giremediği bir hat.
Kültür de tarihsel planda tüm maddi ve manevi birikimlerin bir anlamda
rafinasyonudur. Ancak rafine (re-fine) etmek arkeolojik bir kazı tarzında
sadece içe kapanık bir şekilde olursa yozlaşmaya ve sığlaşmaya ve aynı zamanda
tümüyle dışa açık, söyleyecek sözü olamadan söylenecek sözleri ithal eden bir
hale geldiyse de yine yozlaşmaya ve sığlaşmaya açık olacaktır. Yani iki ucu
aynı keskinliktedir.
Bir kültürün yaşama dengesi geleceğe yönelik evrensel olarak nitelendirilebilecek üretim yapabilme ve söz söyleyebilme gücüyle doğru orantılıdır ki çoğunlukla ekonomi-politik sistemin merkez ülkelerinde bile yapılamaz ve zamanla bir tıkanmaya ve yozlaşmaya neden olur. Sistemin çevre ülkeleri açısından da hızla ikiyüzlülüğe varan bir yozlaşma üretme olasılığı çok yüksektir.
Bir kültürün yaşama dengesi geleceğe yönelik evrensel olarak nitelendirilebilecek üretim yapabilme ve söz söyleyebilme gücüyle doğru orantılıdır ki çoğunlukla ekonomi-politik sistemin merkez ülkelerinde bile yapılamaz ve zamanla bir tıkanmaya ve yozlaşmaya neden olur. Sistemin çevre ülkeleri açısından da hızla ikiyüzlülüğe varan bir yozlaşma üretme olasılığı çok yüksektir.
Sinanoğlu alanındaki bilimsel çalışmalarda belli bir dönemden sonra dikkat
çekici bir yenilik getirememiş ve gittikçe çalışmaları bilim dünyasında ilgiden
uzak kalmaya başlamıştır. Emekli olup dönüşünün sebeplerinden biri belki de bu
olabilir. Belki de insanoğlunun gidişatından hoşnutsuzluğu onu dil ve kültür
gibi temel insani meselelere yöneltmiştir.
Kültür ve dil üzerine düşünceleri sonucunda; Türkiye’deki zayıf, sağlıksız
ve şeffaf olmayan bir ekonomik yapının sığ siyasetlerle şekillenmiş kalıp
modellerin ayrıştırdığı toplumsal yapıda bu yozluğun ve zayıflığın sebebi
olarak dilin ve anlamın kayboluşunu görmüş olabilir. Bu nedenle bütün
kitaplarında ifade ettiği birbirine benzer ve sert ifadelerle ortaya çıkan ve
öncelikle çarpıcı olmaya çalışan tepkilerinin kaynağının da bu durum olduğu
düşünülebilir.
Kişisel bilgi birikimimin sınırları dahilinde, hem yazılarında hem de
konferansları ve konuşmalarında haklı olduğunu düşündüğüm birçok konu vardır.
Ancak sert uslubu ve yaşlandıkça iyice artan düşüncelerindeki ödün vermez tavrı
iletişim kurmasını basite indirgenmiş düşünceler dışında engellemiştir. O da en
iyi eğitim tekrardır modunda yazdığı son dönemindeki birçok kitapta aynı
düşüncelerini tekrarlamıştır. Ancak nitelik artırılmadan sürekli tekrarlanan
düşüncelerin toplumsal dinamikleri anlama açısından bir faydası
bulunmamaktadır. Aksine üzerine iyice düşünülmemiş fikirlerin yerleşmesine
zamanla kök salmasına ve sığ ifadelerle savunulmasına neden olmaktadır.
Düşünceler bir deniz gibidir ve sürekli farklı kaynaklardan beslenmeli ve
çeşitlenmelidir; aksi takdirde deniz oksijenini tüketme, buharlaşarak sürekli
küçülme ve zamanla yok olma tehditi altında kalır. Sürekli tekrar edilen,
sığlaşan düşünceleri savunmak uzun dönemde bir trajedi üretir, kaçınabilmek
gerekir.
Sığlığın popülerleşme eğilimi fazladır. Örnek vermek gerekirse böyle bir
durumun tarihteki en büyük acılarından birini de çöken bir aristokrasi ve sığ
bir burjuvazi dünyasının Fransası’nda yazarak hayatını kazanmak zorunda kalan
Balzac çekmiştir. Yazarlığın ciddi bir iş olarak görülmediği ve desteklenmediği
küçük bir burjuva ailesinde tek başına bırakıldığından, büyük romanlarını
finanse edebilmek için müstear isimlerle çok satan sıradan kitaplar yazmak
zorunda kalmıştır yıllarca…Balzac’ın dramı gibi düşüncelerin değeri de onlara
inanan ve onları bir anlamda satın alan kişi sayısı ile artmaz bilakis ters
orantılıdır. Bu düşünceyi fiziksel bir kavram ile desteklemem ve açıklamam
gerekirse; düşüncelerin yayılımı toplam entropiyi artırır ve düşüncelerin değer
üretebilme kapasitesini hızla azaltır diyebilirim.
Nitelikli düşünceler, metinler üzerinde tartışma imkanı korunabildiği
sürece yüzyıllarca varlığını korur, başkalaşır, değişir, farklılaşır ve
gelişir; gelişebildikçe de yeni meydan okumalarla bu süreçlerden kendini
yeniden üreterek tekrar tekrar geçer. Geçemediği noktalarda sorun çözücü bir
kültür, bilim ve sanat dili kullanamaz, sorun üretir ve yavaş yavaş da
yokolmaya doğru gider.
Düşüncenin ifadesi açısından dil zor bir alandır, tüm bilgimizin anlatımını
üzerine kurarız, kavramlarla algılayamadığımız ve iyi ifade edemediğimiz
düşüncelerin gelişmesi sınırlı kalır. Sinanoğlu’nun da dili anlatmak
istedikleri açısından kanaatimce yetersiz kalmıştır. Bu durum onu öfkeye ve
üslup sorunlarına itmiştir. Bir dilin gelişimi ve niteliği sadece birebir karşılık
sözcükler ve kavramlar üretmekle olmaz, zaten anlamlı olan; zihinlerde bir şey
ifade edebilen bir kelime genellikle tutacaktır. Bilim ve sanat üretimi kısıtlı
olan dillerin temel sorunu kavram çevirisi değildir; çeviri başlıbaşına zor ve
sorunlu bir alandır zaten.
Örneğin popüler bir örnek olarak Üniversite’yi “Evrenkent” adıyla kullanmak
artık çok fazla bir şey ifade etmeyecektir. “Üniversite” zihnimizde bir
kavramı, “evren” bir kavramı, “kent” de bir kavramı ifade eder. Ama “evrenkent”
bir çeviridir zamanla kullanılarak yerleşir yerleşmez ayrı bir konudur. “Kent”
Pers kökenli bir kelime olarak köy, kırsal yer anlamındar. Ancak Cumhuriyet
döneminde öztürkçe olarak ele alınıp bildiğimiz büyük yerleşim merkezleri olan
şehirler için kullanılmıştır. Anlatmak istediğim; kelimeler ve ifade ettikleri
kavramlar zamanla değişebilir, benimsenebilir ve yeni bir nesneyi, olayı ya da
olguyu ifade eden kavramlar oluşturabilir. Dil en az onu kullanan canlı kadar
dinamiktir.
Türkçe kelime üretimi açısından sorunlu bir dil değildir, aksine
Sinanoğlu’nun da her fırsatta vurguladığı gibi türetime gayet uygun bir dildir.
Ancak sorun o dili konuşanların kelimelerden öte düşünce ve kavram üretebilme
sorunudur. Örneğin Almanca “fernweh” sözcüğü uzaklara bilinmeyen yerlere gitme
özlemini ifade eder. Belki Almancaya da Viking dilinden geçmiştir bilemiyorum.
Ancak bilinmeyen uzaklardan korkarsanız böyle bir duygunuz ve düşünceniz
gelişmez, bu duyguyu ve düşünceyi ifade edecek bir kavram aramaz ve onu için
herkesin ortak anlayacağı bir kelime de türetemezsiniz. Bizim dilimizde de
Sinanoğlu’nun da çok değer verdiği “gönül” vardır, üzerine düşünmediğimiz için
anlamı maalesef hergeçen gün zayıflamakta ve kaybolmaktadır.
Gelmek istediğim nokta dilden önce düşüncelerin kaybolduğudur. Anlatmak
istediğim basitçe budur; dil düşüncelerimizi ifade etme sanatımızı geliştirir
ya da sınırlandırır; ancak kendi başına düşüncelerimizi geliştiremez de
sınırlandıramaz da. Bilincimiz, düşüncelerimiz, hayal gücümüz, duygularımız
dilimizi besler… Sorunumuz bu nedenle aslında dilde değildir, çok daha
derinlerdedir. Sorun hayal gücümüzde, bilgimizde ve düşünce üretimimizdedir.
Biz düşünce üretebildiğimiz sürece dilimiz de gelişecektir.
Ancak sorun biraz çetrefillidir. Tarihin birçok döneminde özellikle köleliğe
dayalı tarım imparatorluklarında günlük hayatın dili farklılıklarını korusa da
düşünce üretimi belirli ana dillerin hakimiyetine girmekte ve bu dil
diğerlerinin aleyhine, üretilen düşüncelerle zenginleşmektedir. Örneğin bir
zamanların esas dili Latince kullanımı itibariyle artık ölü bir dil olsa da
başta Latin dilleri dediğimiz birçok Hint-Avrupa dilinde ve kodları yani
alfabesi de çok daha geniş bir dil alanında halen yaşamaktadır. Etkileşim
açısından küçülen bir dünyada bu durumun etkisi daha da büyük olacaktır.
Olumsuz tarafı sadece başka dillere de değildir. Birincil ve ikincil dil
toplamı açısından en yaygın dil olan ve farklı kültürlerden de beslenen
İngilizce arkasındaki ekonomik ve politik güçle bu dönemin hakim dili olarak
görülmektedir. Diğer dillerin de üretimlerini düşürmektedir. Farklı kültürlerin
düşünürlerinin de kendilerini yaygınlaşan bu dille ifade etmeleri, farklı
kavramların kullanılması ve artan kelimelerle zenginleşen bu dilin niceliğini
geliştirmekte ancak hayatın bir cilvesi olarak aynı zamanda niteliğini de süreç
içinde yayıldıkça azaltmaktadır. Yani böyle bir etkileşimin yan etkileri çok
yönlüdür. İngilizce de büyük bir ihtimalle bir Shakespeare daha
çıkaramayacaktır.
Düşünce üretiminin zayıflığından dolayı farklı kültürlerin kaybolması; bir
anlamda pazarda yer bulamayan diller ve kültürler, düşünce üretilmesini
zayıflatan bir sarmala girecek ve bu zayıflık, ifade zorlukları ile birlikte
düşüncelerin niteliğini ve çeşitliliğini de azaltarak insanlık medeniyetini
besleyebilecek kültürel ve düşünsel farklılıkları basite indirgeyerek ortadan
kaldıracaktır. Konu dinamik, karmaşık ve çok yönlüdür. Sinanoğlu’nun da temel
isyanı bu noktadır diye düşünüyorum. Mirası bu noktadan anlaşılmalıdır. Üslup
ve ifade sorunları yaşasa da isyanı Batı’nın dünyanın geri kalanını
sosyo-ekonomik modeli ve kibirli siyasetiyle avamlaştırma çabasınadır.
Avamlaştırma ülkemizdeki ve dünyanın birçok bölgesinde düşüncelerin her
yelpazesinde başarılı olmuştur.
Sinanoğlu’nun en iyi bildiği dil ne Latince, ne İngilizce ne de Türkçe idi,
en iyi bildiği dil matematikti. Bu nedenle bu kadar karmaşık bir alanda
özellikle de son dönemlerinde öfkelenmeden düşüncelerini anlatmakta zorluk
çekmiştir. Sinanoğlu’nun açtığı yol önemlidir, düşüncelerinin geliştirilmesi,
ayrıntılandırılması, tartışılması ve tabiki eleştirilmesi gerekir. Ancak ona
karşı ortaya çıkan popüler ilgi, düşüncelerinin de, demek istediğinin de bir
ölçüde içini boşaltmıştır. Kendi uslubu ve tavırları da kendini ifade etmesini
engellemiş, düşüncelerinin anlaşılmasına da zarar vermiştir, yapı olarak da
eleştiriye çok açık olmamıştır.
Türkiye’nin gündemine 90’lı yıllarda Türk Aynştayn’ı gibi bir kitap
başılığıyla sunulan bir söyleşi ile girmesi de kendisini düşüncelerinin önüne
koyan sorunlu bir çıkışa neden olmuştur kanaatimce. Bir övgü gibi görülse de
böyle nitelendirmeler aslında iyisin hoşsun ama bir Einstein değilsin tabiki
anlamında gelir, birçok alanda benzeterek tanımlama sorunu vardır; bu durum
asıl ismin önemi ve değeri ne olursa olsun silinmesine yol açacak gereksiz ve
kısa dönemli ilgi uyandıran ancak uzun dönemde çok zararlı bir popülerleştirme
çabasıdır. Maalesef Sinanoğlu’na da övgü adı altında böyle bir kötülük
yapılmıştır; ilk başta kendisinin buna itiraz etmesi gerekirdi, ancak bildiğim
kadarıyla popülerleşme aracı olarak görüp etmedi. Birçok alanda yaparız bunu
ilgi çekmeyi artırma açısından; futboldan çok popüler olmuş bir örnek vermek
gerekir belki ne demek istediğimi daha açık anlatabilmem için; son dönemini
Galatasaray’da geçirmiş bir dönemin yıldız futbolcusu Hagi için de Karpatların
Maradona’sı denirdi. Yani dünyanın neresinde oynarsan oyna senin asıl krallığın
Karpatlardır demenin başka bir şekliydi bu. Maradona ise futbol dünyasında her
anlamda evrenseldi. Einstein bilim ve felsefeye yaptığı muazzam katkılar
açısından evrenseldir. Sinanoğlu da ifade sorunları nedeniyle kendisine rağmen
evrenseldir.
Sinanoğlu'nun mirasının en temel sorunu ise önce gideni görememesidir.
Artık nitelikli düşünce üretememe sorunumuzu sadece dili kurtararak aşamayız,
dili kurtararak düşüncelerimizi kültürümüzü de geleceğe dönük kurtaramayız, şu
anda çok daha zor bir noktadayız ve sadece ülkemiz, dilimiz, kültürümüz
açısından da değil tüm insanlık olarak. Sinanoğlu dilden önce düşüncenin
kayboldoğunu farkedememiştir. Dilin nasıl kurtarılacağı muammadır. Dili
kurtaranlar; devasa bir yaşam tecrübesini ve algısını kelimeler ve kavramlarla
ortaya koyan Shakespearelerdir, Balzaclardır, Yunuslardır ve Mevlanalardır...
İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Farsça onlarsız olmaz… onlara ve düşüncelerine
borçludur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder