26 Nisan 2015 Pazar

Oktay Sinanoğlu'nun Mirası Üzerine

Oktay Sinanoğlu kişisel olarak tanışma şerefine eriştiğim uzunca sohbet etme fırsatı da bulup samimi ve keskin düşüncelerini dinlediğim ve etkilendiğim çok değerli bir insan, bilim adamı ve kültür adamıydı.



Ömrünün yaklaşık son 20 yılını dile, ana dilimiz Türkçe’ye adamış bir kültür adamı olarak dilin önemi üzerine üretmeye çalışarak geçirdi. Ana dilin düşünce üretimine temel oluşturduğunu düşündüğü için üzerinde büyük hassasiyetle durduğu konu bu olmuştu. İkincil bir dilden aktarılan temel düşüncelere, kavramlara ve bu çerçevede üretilecek bilimsel düşünceye nitelikli olamayacağını düşündüğü için karşıydı. Sinanoğlu ortaokul ve lisede görece iyi bir Latince eğitimi aldığı ve matematiği de iyi öğrendiği için akademide kuantum üzerine yoğun çalışmaların yapıldığı bir dönemde zekası, kavrama yetisi ve odaklanma yeteneği ile birleşen bir çalışma temposu ile ABD’de hızla başarılar elde etti. Kuantum kimyası ve moleküler biyoloji çerçevesindeki kariyerinin başlarındaki akademik başarısı ilgi ve birçok ödülü de beraberinde getirdi.

Ancak verimli bir yaşa geldiği 80’li yıllar Sinanoğlu’nun teorik kimya alanındaki üretkenliğinin azaldığı dönemler oldu. Bazen çalışılan konunun sınırları, bazen de kendi sınırlarımız ve bıkkınlığımız üretkenliğimizi azaltır, yeni alanlara sürükler... Sinanoğlu da dil, kültür, milli kültür, milli kimlik düşünceleri üzerinden çalışmaya başladı bu dönemde. 1993 yılında Yale’deki profesörlük görevinden görece erken bir yaşta emekli olup Türkiye’ye döndü. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde kendi alanındaki bilimsel çalışmalarına devam etse de; artık daha çok Türkçe’nin nasıl kurtulacağına odaklanmaya başladı, dil kaybolur ya da zayıflarsa düşünce üretebilen ve birbirini besleyen toplumsal bir yapıdan hızla uzaklaşılacağını düşünüyordu. Ayrıca bilimsel bilgi üretme ve ifade edebilme açısından da Türkçeyi çok değerli bir dil olarak görüyordu. Kendisini aslında gerçek, hakiki bir küreselleşmeci olarak tanımlardı, ama kaybolan, zayıflayan, yok edilen kültürlerle insanlığın tekdüzeleşeceğini ve düşünce üretimi açısından fakirleşeceğini düşünüyordu. Yani üretiminiz ve katkınız yoksa siz de yoksunuz, zayıf ya da ithal bir kültürle de katkı yapılamayacağını ifade ediyordu.

Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu diplomatlık yapmış bir yazardı ve iki kitap yazmıştı. Genç Cumhuriyet’in hızla Batı’ya yönelen aklının çerçevesinde “Grek ve Romen Mitolojisi” ve “Petrarca” isimli kitaplarında Batı’nın bilimsel diline temel oluşturan mitolojiyi yani başka bir değişle bilim dilinde yaşayan eski dinleri ve kavramları incelemişti. Batı kültürüne uyum sağlamanın Türkiye'nin geleceği için kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Ancak Sinanoğlu babasından farklı olarak kendi kültürüne geri dönmek istedi, öncelikle de diline… Türkiye’ye döndüğü yıllar Türkiye’nin hem ekonomik-politik yapısı hem de hızla gelişen tüketim kültürüyle genelde Batı’ya özelde Amerika’ya teslim olduğu bir dönemdi; milliyetçiliği, dindarlığı, Atatürkçülüğü, solculuğu… hiçbiri çok sağlam düşünsel temellere oturamamış ve birbirlerinin sığlığından da etkilenerek sloganlara teslim olmakta ve basitleşmekteydi.

Üzerine konuşulamadığı durumlarda farklı düşüncelerin birbirlerini yok sayma eğilimleri artar, düşünceler ideolojik bir çerçevenin içinde kendi üzerine düşünmekten kaçınan, neyi savunduğundan çok neye karşı olduğunu bilen yapılar oluştururlar zamanla… sığlaşma ve yozlaşma hayali bir hattın savunulmasıyla başlar; farklı bilgilerin çıkamadığı ve giremediği bir hat. Kültür de tarihsel planda tüm maddi ve manevi birikimlerin bir anlamda rafinasyonudur. Ancak rafine (re-fine) etmek arkeolojik bir kazı tarzında sadece içe kapanık bir şekilde olursa yozlaşmaya ve sığlaşmaya ve aynı zamanda tümüyle dışa açık, söyleyecek sözü olamadan söylenecek sözleri ithal eden bir hale geldiyse de yine yozlaşmaya ve sığlaşmaya açık olacaktır. Yani iki ucu aynı keskinliktedir. 

Bir kültürün yaşama dengesi geleceğe yönelik evrensel olarak nitelendirilebilecek üretim yapabilme ve söz söyleyebilme gücüyle doğru orantılıdır ki çoğunlukla ekonomi-politik sistemin merkez ülkelerinde bile yapılamaz ve zamanla bir tıkanmaya ve yozlaşmaya neden olur. Sistemin çevre ülkeleri açısından da hızla ikiyüzlülüğe varan bir yozlaşma üretme olasılığı çok yüksektir.

Sinanoğlu alanındaki bilimsel çalışmalarda belli bir dönemden sonra dikkat çekici bir yenilik getirememiş ve gittikçe çalışmaları bilim dünyasında ilgiden uzak kalmaya başlamıştır. Emekli olup dönüşünün sebeplerinden biri belki de bu olabilir. Belki de insanoğlunun gidişatından hoşnutsuzluğu onu dil ve kültür gibi temel insani meselelere yöneltmiştir.

Kültür ve dil üzerine düşünceleri sonucunda; Türkiye’deki zayıf, sağlıksız ve şeffaf olmayan bir ekonomik yapının sığ siyasetlerle şekillenmiş kalıp modellerin ayrıştırdığı toplumsal yapıda bu yozluğun ve zayıflığın sebebi olarak dilin ve anlamın kayboluşunu görmüş olabilir. Bu nedenle bütün kitaplarında ifade ettiği birbirine benzer ve sert ifadelerle ortaya çıkan ve öncelikle çarpıcı olmaya çalışan tepkilerinin kaynağının da bu durum olduğu düşünülebilir.

Kişisel bilgi birikimimin sınırları dahilinde, hem yazılarında hem de konferansları ve konuşmalarında haklı olduğunu düşündüğüm birçok konu vardır. Ancak sert uslubu ve yaşlandıkça iyice artan düşüncelerindeki ödün vermez tavrı iletişim kurmasını basite indirgenmiş düşünceler dışında engellemiştir. O da en iyi eğitim tekrardır modunda yazdığı son dönemindeki birçok kitapta aynı düşüncelerini tekrarlamıştır. Ancak nitelik artırılmadan sürekli tekrarlanan düşüncelerin toplumsal dinamikleri anlama açısından bir faydası bulunmamaktadır. Aksine üzerine iyice düşünülmemiş fikirlerin yerleşmesine zamanla kök salmasına ve sığ ifadelerle savunulmasına neden olmaktadır. Düşünceler bir deniz gibidir ve sürekli farklı kaynaklardan beslenmeli ve çeşitlenmelidir; aksi takdirde deniz oksijenini tüketme, buharlaşarak sürekli küçülme ve zamanla yok olma tehditi altında kalır. Sürekli tekrar edilen, sığlaşan düşünceleri savunmak uzun dönemde bir trajedi üretir, kaçınabilmek gerekir.

Sığlığın popülerleşme eğilimi fazladır. Örnek vermek gerekirse böyle bir durumun tarihteki en büyük acılarından birini de çöken bir aristokrasi ve sığ bir burjuvazi dünyasının Fransası’nda yazarak hayatını kazanmak zorunda kalan Balzac çekmiştir. Yazarlığın ciddi bir iş olarak görülmediği ve desteklenmediği küçük bir burjuva ailesinde tek başına bırakıldığından, büyük romanlarını finanse edebilmek için müstear isimlerle çok satan sıradan kitaplar yazmak zorunda kalmıştır yıllarca…Balzac’ın dramı gibi düşüncelerin değeri de onlara inanan ve onları bir anlamda satın alan kişi sayısı ile artmaz bilakis ters orantılıdır. Bu düşünceyi fiziksel bir kavram ile desteklemem ve açıklamam gerekirse; düşüncelerin yayılımı toplam entropiyi artırır ve düşüncelerin değer üretebilme kapasitesini hızla azaltır diyebilirim.

Nitelikli düşünceler, metinler üzerinde tartışma imkanı korunabildiği sürece yüzyıllarca varlığını korur, başkalaşır, değişir, farklılaşır ve gelişir; gelişebildikçe de yeni meydan okumalarla bu süreçlerden kendini yeniden üreterek tekrar tekrar geçer. Geçemediği noktalarda sorun çözücü bir kültür, bilim ve sanat dili kullanamaz, sorun üretir ve yavaş yavaş da yokolmaya doğru gider.
Düşüncenin ifadesi açısından dil zor bir alandır, tüm bilgimizin anlatımını üzerine kurarız, kavramlarla algılayamadığımız ve iyi ifade edemediğimiz düşüncelerin gelişmesi sınırlı kalır. Sinanoğlu’nun da dili anlatmak istedikleri açısından kanaatimce yetersiz kalmıştır. Bu durum onu öfkeye ve üslup sorunlarına itmiştir. Bir dilin gelişimi ve niteliği sadece birebir karşılık sözcükler ve kavramlar üretmekle olmaz, zaten anlamlı olan; zihinlerde bir şey ifade edebilen bir kelime genellikle tutacaktır. Bilim ve sanat üretimi kısıtlı olan dillerin temel sorunu kavram çevirisi değildir; çeviri başlıbaşına zor ve sorunlu bir alandır zaten.

Örneğin popüler bir örnek olarak Üniversite’yi “Evrenkent” adıyla kullanmak artık çok fazla bir şey ifade etmeyecektir. “Üniversite” zihnimizde bir kavramı, “evren” bir kavramı, “kent” de bir kavramı ifade eder. Ama “evrenkent” bir çeviridir zamanla kullanılarak yerleşir yerleşmez ayrı bir konudur. “Kent” Pers kökenli bir kelime olarak köy, kırsal yer anlamındar. Ancak Cumhuriyet döneminde öztürkçe olarak ele alınıp bildiğimiz büyük yerleşim merkezleri olan şehirler için kullanılmıştır. Anlatmak istediğim; kelimeler ve ifade ettikleri kavramlar zamanla değişebilir, benimsenebilir ve yeni bir nesneyi, olayı ya da olguyu ifade eden kavramlar oluşturabilir. Dil en az onu kullanan canlı kadar dinamiktir.

Türkçe kelime üretimi açısından sorunlu bir dil değildir, aksine Sinanoğlu’nun da her fırsatta vurguladığı gibi türetime gayet uygun bir dildir. Ancak sorun o dili konuşanların kelimelerden öte düşünce ve kavram üretebilme sorunudur. Örneğin Almanca “fernweh” sözcüğü uzaklara bilinmeyen yerlere gitme özlemini ifade eder. Belki Almancaya da Viking dilinden geçmiştir bilemiyorum. Ancak bilinmeyen uzaklardan korkarsanız böyle bir duygunuz ve düşünceniz gelişmez, bu duyguyu ve düşünceyi ifade edecek bir kavram aramaz ve onu için herkesin ortak anlayacağı bir kelime de türetemezsiniz. Bizim dilimizde de Sinanoğlu’nun da çok değer verdiği “gönül” vardır, üzerine düşünmediğimiz için anlamı maalesef hergeçen gün zayıflamakta ve kaybolmaktadır.

Gelmek istediğim nokta dilden önce düşüncelerin kaybolduğudur. Anlatmak istediğim basitçe budur; dil düşüncelerimizi ifade etme sanatımızı geliştirir ya da sınırlandırır; ancak kendi başına düşüncelerimizi geliştiremez de sınırlandıramaz da. Bilincimiz, düşüncelerimiz, hayal gücümüz, duygularımız dilimizi besler… Sorunumuz bu nedenle aslında dilde değildir, çok daha derinlerdedir. Sorun hayal gücümüzde, bilgimizde ve düşünce üretimimizdedir. Biz düşünce üretebildiğimiz sürece dilimiz de gelişecektir.

Ancak sorun biraz çetrefillidir. Tarihin birçok döneminde özellikle köleliğe dayalı tarım imparatorluklarında günlük hayatın dili farklılıklarını korusa da düşünce üretimi belirli ana dillerin hakimiyetine girmekte ve bu dil diğerlerinin aleyhine, üretilen düşüncelerle zenginleşmektedir. Örneğin bir zamanların esas dili Latince kullanımı itibariyle artık ölü bir dil olsa da başta Latin dilleri dediğimiz birçok Hint-Avrupa dilinde ve kodları yani alfabesi de çok daha geniş bir dil alanında halen yaşamaktadır. Etkileşim açısından küçülen bir dünyada bu durumun etkisi daha da büyük olacaktır. Olumsuz tarafı sadece başka dillere de değildir. Birincil ve ikincil dil toplamı açısından en yaygın dil olan ve farklı kültürlerden de beslenen İngilizce arkasındaki ekonomik ve politik güçle bu dönemin hakim dili olarak görülmektedir. Diğer dillerin de üretimlerini düşürmektedir. Farklı kültürlerin düşünürlerinin de kendilerini yaygınlaşan bu dille ifade etmeleri, farklı kavramların kullanılması ve artan kelimelerle zenginleşen bu dilin niceliğini geliştirmekte ancak hayatın bir cilvesi olarak aynı zamanda niteliğini de süreç içinde yayıldıkça azaltmaktadır. Yani böyle bir etkileşimin yan etkileri çok yönlüdür. İngilizce de büyük bir ihtimalle bir Shakespeare daha çıkaramayacaktır.

Düşünce üretiminin zayıflığından dolayı farklı kültürlerin kaybolması; bir anlamda pazarda yer bulamayan diller ve kültürler, düşünce üretilmesini zayıflatan bir sarmala girecek ve bu zayıflık, ifade zorlukları ile birlikte düşüncelerin niteliğini ve çeşitliliğini de azaltarak insanlık medeniyetini besleyebilecek kültürel ve düşünsel farklılıkları basite indirgeyerek ortadan kaldıracaktır. Konu dinamik, karmaşık ve çok yönlüdür. Sinanoğlu’nun da temel isyanı bu noktadır diye düşünüyorum. Mirası bu noktadan anlaşılmalıdır. Üslup ve ifade sorunları yaşasa da isyanı Batı’nın dünyanın geri kalanını sosyo-ekonomik modeli ve kibirli siyasetiyle avamlaştırma çabasınadır. Avamlaştırma ülkemizdeki ve dünyanın birçok bölgesinde düşüncelerin her yelpazesinde başarılı olmuştur.

Sinanoğlu’nun en iyi bildiği dil ne Latince, ne İngilizce ne de Türkçe idi, en iyi bildiği dil matematikti. Bu nedenle bu kadar karmaşık bir alanda özellikle de son dönemlerinde öfkelenmeden düşüncelerini anlatmakta zorluk çekmiştir. Sinanoğlu’nun açtığı yol önemlidir, düşüncelerinin geliştirilmesi, ayrıntılandırılması, tartışılması ve tabiki eleştirilmesi gerekir. Ancak ona karşı ortaya çıkan popüler ilgi, düşüncelerinin de, demek istediğinin de bir ölçüde içini boşaltmıştır. Kendi uslubu ve tavırları da kendini ifade etmesini engellemiş, düşüncelerinin anlaşılmasına da zarar vermiştir, yapı olarak da eleştiriye çok açık olmamıştır.

Türkiye’nin gündemine 90’lı yıllarda Türk Aynştayn’ı gibi bir kitap başılığıyla sunulan bir söyleşi ile girmesi de kendisini düşüncelerinin önüne koyan sorunlu bir çıkışa neden olmuştur kanaatimce. Bir övgü gibi görülse de böyle nitelendirmeler aslında iyisin hoşsun ama bir Einstein değilsin tabiki anlamında gelir, birçok alanda benzeterek tanımlama sorunu vardır; bu durum asıl ismin önemi ve değeri ne olursa olsun silinmesine yol açacak gereksiz ve kısa dönemli ilgi uyandıran ancak uzun dönemde çok zararlı bir popülerleştirme çabasıdır. Maalesef Sinanoğlu’na da övgü adı altında böyle bir kötülük yapılmıştır; ilk başta kendisinin buna itiraz etmesi gerekirdi, ancak bildiğim kadarıyla popülerleşme aracı olarak görüp etmedi. Birçok alanda yaparız bunu ilgi çekmeyi artırma açısından; futboldan çok popüler olmuş bir örnek vermek gerekir belki ne demek istediğimi daha açık anlatabilmem için; son dönemini Galatasaray’da geçirmiş bir dönemin yıldız futbolcusu Hagi için de Karpatların Maradona’sı denirdi. Yani dünyanın neresinde oynarsan oyna senin asıl krallığın Karpatlardır demenin başka bir şekliydi bu. Maradona ise futbol dünyasında her anlamda evrenseldi. Einstein bilim ve felsefeye yaptığı muazzam katkılar açısından evrenseldir. Sinanoğlu da ifade sorunları nedeniyle kendisine rağmen evrenseldir.

Sinanoğlu'nun mirasının en temel sorunu ise önce gideni görememesidir. Artık nitelikli düşünce üretememe sorunumuzu sadece dili kurtararak aşamayız, dili kurtararak düşüncelerimizi kültürümüzü de geleceğe dönük kurtaramayız, şu anda çok daha zor bir noktadayız ve sadece ülkemiz, dilimiz, kültürümüz açısından da değil tüm insanlık olarak. Sinanoğlu dilden önce düşüncenin kayboldoğunu farkedememiştir. Dilin nasıl kurtarılacağı muammadır. Dili kurtaranlar; devasa bir yaşam tecrübesini ve algısını kelimeler ve kavramlarla ortaya koyan Shakespearelerdir, Balzaclardır, Yunuslardır ve Mevlanalardır... İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Farsça onlarsız olmaz… onlara ve düşüncelerine borçludur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder